Hiçbir zaman bunu kullanmak gerekmeyeceği düşünülür, ama gerektiğinde. ..
Yumurta akı kullanılarak yanıklar basit ve etkin biçimde tedavi edilebilir.
Bu yöntem itfaiyecilerin eğitimi sırasında ders olarak verilmiştir
Bir yanık meydana geldiğinde, kapsadığı alan ne olursa olsun ilk yardım, etkilenen alanı sıcaklık azalıncaya ve deri tabakalarını yakmayı bırakıncaya kadar soğuk suyun altına tutmak ve sonrasında bu bölgeye yumurta akı uygulamaktan oluşmaktadır.
Bir kimsenin elinin büyük bir kısmı kaynar su ile yandığında, duyduğu büyük acıya rağmen elini soğuk su musluğunun altına tutmuş ve sonrasında 2 yumurta kırmış, aklarını ayırmış ve çırpmış ve elini içine daldırmıştır.
Eli o denli yanmış durumdadır ki yumurta akı uygulanır uygulanmaz derisi kurumuş ve yumurta akı bir film tabakası oluşturmuştur.
Daha sonra bu kişi yumurta akının doğal bir kollajen (bir tür albüminoid) olduğunu öğrenmiş ve en az bir saat boyunca eline tabaka üzerine tabaka gelecek şekilde yumurta akı uygulamıştır. Öğleden sonra hiçbir acı duymaz olmuştur. Ertesi sabah yanık bölgesinde nerdeyse belirsiz bir kırmızımsı leke kalmıştır. Elinde sürekli ve feci görünüşlü bir yara izi kalacağını düşünürken 10 gün sonra geride hiçbir yanık izi kalmamış ve hatta deri eski normal rengine yeniden kavuşmuştur!
Yanan bölge yumurta akında mevcut ve aslında vitamin dolu bir plasenta (etene) olan kollajen sayesinde tamamen yenilenmiştir.
Bu ileti herkes için yararlı olabilir, başkalarına da gönderiniz.
Biliyormuydunuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Biliyormuydunuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Mart 2010 Perşembe
9 Mart 2010 Salı
Çok ilginç...
ÇOK İLNİGÇ |
Bir ignliiz üvnsertsinede ypalın arşaıtramya gröe,
kleimleirn hrfalreiinn hnagi srıdaa yzalıdkılraı ömneli dğeliimş.
Öenlmi oaln brinci ve snonucnu hrfain yrenide omlsaımyış.
Ardakai hfralerin srısaı krıaşık oslada ouknyourumş.
Çnükü kleimlrei hraf hraf dğeil btüün oalark oykuorumuşz.
Bakın nasıl da düzgün okudunuz, ilginç değil mi?
18 Şubat 2010 Perşembe
Moses Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi.
Moses Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. Çok kısa boyunun olmasının yanı sıra, çok garip bir de kamburu vardı. Moses Mendelssohn, günün birinde Hamburg da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti.
İşadamının, Frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. Moses, bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. O nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu.
Ayrılma zamanı geldiğinde Moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. Kızın güzelliği öylesine olağanüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü.
Fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, Moses i çok üzdü. Güçlükle başarabildiği konuşması sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu: "Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi.
"Elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Moses in yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu: "Peki ya siz?"dedi."Siz inanır mısınız buna?"
Moses bir an bile duraksamadı: "Evet,ben de inanırım" dedi ve ekledi: "Biliyor musunuz? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı,onun aşık olup evlenmek isteyeceği kızı belirlermiş. Benim doğumumda da, benim aşık olup evlenmek istediğim kız belirlenmiş ve bana Senin karın kambur olacak demiş.O zaman ben bir istekte bulunmuşum Tanrı dan.
Tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. Lütfen onun kamburluğunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap demişim." Moses in bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzatIp, Moses in elini tuttu.Ve daha sonra da onun, sevgili eşi oldu.
Bu anlatılanlar bir "peri masalı" değil, ünlü Alman besteci Mendelssohn un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.
İşadamının, Frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. Moses, bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. O nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu.
Ayrılma zamanı geldiğinde Moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. Kızın güzelliği öylesine olağanüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü.
Fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, Moses i çok üzdü. Güçlükle başarabildiği konuşması sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu: "Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi.
"Elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Moses in yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu: "Peki ya siz?"dedi."Siz inanır mısınız buna?"
Moses bir an bile duraksamadı: "Evet,ben de inanırım" dedi ve ekledi: "Biliyor musunuz? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı,onun aşık olup evlenmek isteyeceği kızı belirlermiş. Benim doğumumda da, benim aşık olup evlenmek istediğim kız belirlenmiş ve bana Senin karın kambur olacak demiş.O zaman ben bir istekte bulunmuşum Tanrı dan.
Tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. Lütfen onun kamburluğunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap demişim." Moses in bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzatIp, Moses in elini tuttu.Ve daha sonra da onun, sevgili eşi oldu.
Bu anlatılanlar bir "peri masalı" değil, ünlü Alman besteci Mendelssohn un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.
23 Aralık 2009 Çarşamba
ÇAM AGACI SÜSLEME GELENEGI ve TÜRKLER
Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.
Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.
Buna hayat ağacı diyorlar.
Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Türklerde güneş çok önemli.
İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar.
Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan/dugan=doğan) Doğan Güneş .
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme.
Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş.
Bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
"Doğum, güneşin yeniden doğuşu"
Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.
Buna hayat ağacı diyorlar.
Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Türklerde güneş çok önemli.
İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar.
Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan/dugan=doğan) Doğan Güneş .
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme.
Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş.
Bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
"Doğum, güneşin yeniden doğuşu"
22 Aralık 2009 Salı
Toplumsal Zekâ...
Kurnazlık, geri kalmış toplumlara özgüdür
Almanya'nın geniş otobanlarında yol alıyorduk. Baktım ki otomobiller yavaşlıyor ve yolun iki yanına diziliyorlar, orta şerit boş kalıyor. Ne olduğunu anlamadım ama biz de öyle yaptık. Beklemeye başladık. Yolun ortası bomboş ama hiç kimse oraya direksiyon kırmıyor. Kuyrukta sakin sakin bekliyor. Biraz sonra durumu öğrendik. İleride bir kaza olmuş, yol tıkanmış. Böyle durumlarda Alman sürücüler fermuar ilkesini uygular ve iki yana çekilerek yolu polisler, ambulanslar ve çekiciler için serbest bırakırmış. Gerçekten de biraz sonra o bomboş yoldan polis arabaları ve ambulanslar neredeyse iki yüz kilometre süratle geçip gitti. Önlerinde hiçbir engel yoktu. Çok geçmeden yol açıldı, bütün araçlar hareket ederek gideceği yere vaktinde ulaştı.
Anlattığım; bir toplu zekâ örneğidir. Alman sürücüler bu toplu zekâya sahip oldukları için sorun daha çabuk çözüldü ve daha çabuk hareket ettiler. Oysa hepsi tek tek kurnazlık etmeye çalışıp orta şeridi kullansaydı, otobanın tıkanıklığı saatlerce sürerdi ve hepsi zarar görürdü.
Bu örnekte görüldüğü gibi durmadan kurnazlık eden bireylerin oluşturduğu bir toplum iyi işlemez. Çünkü kurnazlık, toplu çıkara, toplu zekâya aykırıdır. Bireylerin, dönen toplum çarkları içinde birer dişli olmayı kabul etmeleri gerekir. Zekâ bunu gerektirir ve çarklar ancak böyle işler.
Bir örnek daha vereyim: Bin kişilik bir sinema salonunda yangın çıktığını düşünün. Sinema müdürü anons ediyor, kimsenin paniğe kapılmamasını, ilk sıradan başlayarak salonun boşaltılacağını, böylece herkesin kurtulacağını söylüyor. Bu plana uyan herkes kurtulur. Ama seyirciler bir an önce kendi canlarını kurtarmak için kapıya atılırlarsa büyük bir tepişme yaşanır ve üç beş kişi dışında herkes can verir.
Organize toplumlarla, geri kalmış toplumların temel farkı buradadır. Geri kalmış toplumlar kurnaz bireylere, ileri toplumlar ise kurnazlığı aklına getirmeyen ve kurallara uyan yurttaşlara sahiptir. Demokrasi de ancak böyle toplumlarda yürür. Öbür türlüsü; en kurnaz olanın başa geçip kendi menfaatlerini toplum menfaati olarak yutturmasından ibarettir. Yani bir çeşit diktatörlüktür.
Unutmayın ki her zaman sizden daha kurnaz biri çıkar.
18 Aralık 2009 Cuma
Morris Şinasi'yi tanıyor musunuz?
Yıl 1855, Manisa'da Safarat Yahudilerinden fakir bir ailenin bir erkek çocuğu olur. İsmini Morris koyarlar. Morris dokuz yaşında kuşpalazı hastalığına yakalanınca ölümle burun buruna gelir. Şinasi isimli bir Müslüman doktorun tedavisi neticesinde iyileşince, ailesi ona Şinasi ismini de verirler. Bu bir vefa borcudur.
Bu vefa anlayışı Morris'in ruhuna da işleyecektir.
Derken Morris on beş yaşına gelince fakir olan ailesine yardım etmek için Yahudi mezarlığında bekçi olarak işe girer. Okuma yazması olmadığından işten atılır. Sebebi ise, dışarıdan bir Yahudi ailesi gelir ve mezarlıktaki yakınlarının mezarını görmek ister. Fakat mezarın yerini bilmiyorlar. Morris ise okuma bilmediğinden mezarın yerini gösteremez. Bu aile durumu bölgenin Yahudilerine bildirerek Morris'i işten attırırlar. İş arayan Şinasi 1870 yılında henüz 15 yaşlarında yine bir Yahudi olan Garofolo isimli bir tütün tüccarının yanında işe girer. Kısa zamanda patronunun gözüne giren Morris gösterdiği başarıdan dolayı patronu tarafından Mısır'a götürülür. Orda da gösterdiği başarılardan dolayı artık patronuyla dost olmuştur.
Morris 1890 yılında Amerika'ya gitmeye karar verir. Patronundan aldığı 25 bin dolar la yenidünyaya geçer. Orada Şikago Beynelmilel (uluslararası) Fuarında bir sigara yapıştırma makinesi sergiler. Bu makine oldukça ilgi görür. Buradan kazandığı para ile hem Garofolo ya olan borcunu öder, hem de bir iş kurma imkanı bulur. Yıl 1903'e geldiğinde ABD devleti Akdeniz'de ticaret yapabilmek ve gemilerini geçirebilmek için sultan Abdulhamit'e başvurur. Sultan bu teklifi ABD'nin Osmanlıya HARAÇ vermesi karşılığı kabul eder. Yalnız bir şart daha koşar. Ve der ki: -bizden tütün de satın alacaksınız.
Amerika bunu da kabul eder ve tarihinde ilk ve tek olarak Osmanlıya HARAÇ verir. İşte bu tütün anlaşması Morris'in yolunu açar. Ege tütününü iyi tanır ve bağlantıları da vardır. Bu bağlantı avantajını iyi kullanır.
Kısa sürede önünde geniş ufuklar açılan Morris, erkek kardeşi Solomon'u da Manisa'dan getirterek iş alanını iyice geliştirir.
New York'ta Brodway 120, Sokakta SCHİNASİ BROTHERS COMPANY isimli bir sigara fabrikası kurar. Bu bina hala ayakta kalmayı başarmıştır. Kurduğu bu fabrikada Türkiye'den götürdüğü tütünleri kullanan Morris, kısa zamanda Türk tipi sigaralarla üne kavuşur. Türkiye'den özellikle Manisa ve Akhisar civarından aldığı tütünleri yine bu bölgeden götürdüğü usta ve kalifiye işçilerle yüksek kalite mamuller elde etmeyi
başarır.
1903 yılında Selanik'te iş arkadaşı olan Jozef Ben Rubi'nin kızı Laurette ile tanışıp evlenir. Victoria, Juliette ve Altina isimli üç kızı ile Leon isimli bir erkek çocuğu olur. Artık Morris çok zengindir. Hatta yunan Yahudisi eşi için o döneme göre oldukça gösterişli bir malikane yaptırır. Malikanenin 52 odalı olduğu rivayet edilir.
Bu günlerden diğer bir rivayette şudur:
Morris Yunanistan'da bir basın toplantısı yapar. Bir gazeteci bir kağıda bir soru yazar ve Morris'e verir. Morris kağıdı yanındakine verir ve "Ben okuma bilmem sen oku". der. Ardından başka bir gazeteci:-okuma-yazma bilmeden bu kadar zengin oldunuz, bir de tahsilli olsanız kim bilir ne olurdunuz? Morris şu cevabı verir:
- iyi bir mezar bekçisi olurdum!
1916 yılında şirketinin tüm haklarını Amerikan Tabacco Company'e satar. Ve iş hayatından çekilir. Bu
arada çocuklarını kurduğu ve Morris'in arkadaşı Philip'in de ortak olduğu (bir rivayete göre Morris bizzat kendisi kurmuştur) ve şu an dünya tütün devi olan Philip Morris Company doğmuştur. Gerisini bilirsiniz.
Peki, halen Manisa da hizmet veren Şinasi Morris Hastanesi'nin hikayesi nedir?
Morris 1928 yılında memleketi olan ve doğup büyüdüğü yer olan Manisa'yı hiç unutmaz. O kadar ki yaptırdığı evi Türk stili yaptırır ve içini de yine Türk şark tarzı ile döşer. Çocukluğunda çektiği hastalığı ve gördüğü vefayı da unutmaz. Bu amaçla bir milyon dolarlık bir bütçe ayırır. Bunu 800 bin doları ile bir hastane yaptırır. Bu hastane çocuk hastanesidir. Bu hastanenin çok geniş
arazisi vardır ve burada inek, koyun, keçi ve tavuk gibi hayvanlar beslenir ve sebze ve meyve yetiştirilir ki çocukları taze besinlerle beslesinler diye. Yine bu hastanenin faytondan Ambulansı ve başhekimin faytondan makam aracı vardır. Bütün bu ayrıntılar bizzat Morris tarafından düşünülmüştür. Geriye kalan 200 bin dolarla da devlet tahvili alarak; bu tahvillerin getirisi olan 33 bin dolar her yıl iki taksit halinde Morris Şinasi Çocuk Hastanesine gönderilir.
Morris Şinasi kurduğu bir vakıfla hastanenin geleceğini de düşünmüştür; Chemical Bank Of New York'u da mutemet tayin etmiştir. Üç yılda bir kurduğu vakfın mütevelli heyeti Türkiye'ye gelerek, Manisa'da hastaneyi ziyaret etmekte ve yapılan işleri yerinde denetlemektedirler...
Bu vefa anlayışı Morris'in ruhuna da işleyecektir.
Derken Morris on beş yaşına gelince fakir olan ailesine yardım etmek için Yahudi mezarlığında bekçi olarak işe girer. Okuma yazması olmadığından işten atılır. Sebebi ise, dışarıdan bir Yahudi ailesi gelir ve mezarlıktaki yakınlarının mezarını görmek ister. Fakat mezarın yerini bilmiyorlar. Morris ise okuma bilmediğinden mezarın yerini gösteremez. Bu aile durumu bölgenin Yahudilerine bildirerek Morris'i işten attırırlar. İş arayan Şinasi 1870 yılında henüz 15 yaşlarında yine bir Yahudi olan Garofolo isimli bir tütün tüccarının yanında işe girer. Kısa zamanda patronunun gözüne giren Morris gösterdiği başarıdan dolayı patronu tarafından Mısır'a götürülür. Orda da gösterdiği başarılardan dolayı artık patronuyla dost olmuştur.
Morris 1890 yılında Amerika'ya gitmeye karar verir. Patronundan aldığı 25 bin dolar la yenidünyaya geçer. Orada Şikago Beynelmilel (uluslararası) Fuarında bir sigara yapıştırma makinesi sergiler. Bu makine oldukça ilgi görür. Buradan kazandığı para ile hem Garofolo ya olan borcunu öder, hem de bir iş kurma imkanı bulur. Yıl 1903'e geldiğinde ABD devleti Akdeniz'de ticaret yapabilmek ve gemilerini geçirebilmek için sultan Abdulhamit'e başvurur. Sultan bu teklifi ABD'nin Osmanlıya HARAÇ vermesi karşılığı kabul eder. Yalnız bir şart daha koşar. Ve der ki: -bizden tütün de satın alacaksınız.
Amerika bunu da kabul eder ve tarihinde ilk ve tek olarak Osmanlıya HARAÇ verir. İşte bu tütün anlaşması Morris'in yolunu açar. Ege tütününü iyi tanır ve bağlantıları da vardır. Bu bağlantı avantajını iyi kullanır.
Kısa sürede önünde geniş ufuklar açılan Morris, erkek kardeşi Solomon'u da Manisa'dan getirterek iş alanını iyice geliştirir.
New York'ta Brodway 120, Sokakta SCHİNASİ BROTHERS COMPANY isimli bir sigara fabrikası kurar. Bu bina hala ayakta kalmayı başarmıştır. Kurduğu bu fabrikada Türkiye'den götürdüğü tütünleri kullanan Morris, kısa zamanda Türk tipi sigaralarla üne kavuşur. Türkiye'den özellikle Manisa ve Akhisar civarından aldığı tütünleri yine bu bölgeden götürdüğü usta ve kalifiye işçilerle yüksek kalite mamuller elde etmeyi
başarır.
1903 yılında Selanik'te iş arkadaşı olan Jozef Ben Rubi'nin kızı Laurette ile tanışıp evlenir. Victoria, Juliette ve Altina isimli üç kızı ile Leon isimli bir erkek çocuğu olur. Artık Morris çok zengindir. Hatta yunan Yahudisi eşi için o döneme göre oldukça gösterişli bir malikane yaptırır. Malikanenin 52 odalı olduğu rivayet edilir.
Bu günlerden diğer bir rivayette şudur:
Morris Yunanistan'da bir basın toplantısı yapar. Bir gazeteci bir kağıda bir soru yazar ve Morris'e verir. Morris kağıdı yanındakine verir ve "Ben okuma bilmem sen oku". der. Ardından başka bir gazeteci:-okuma-yazma bilmeden bu kadar zengin oldunuz, bir de tahsilli olsanız kim bilir ne olurdunuz? Morris şu cevabı verir:
- iyi bir mezar bekçisi olurdum!
1916 yılında şirketinin tüm haklarını Amerikan Tabacco Company'e satar. Ve iş hayatından çekilir. Bu
arada çocuklarını kurduğu ve Morris'in arkadaşı Philip'in de ortak olduğu (bir rivayete göre Morris bizzat kendisi kurmuştur) ve şu an dünya tütün devi olan Philip Morris Company doğmuştur. Gerisini bilirsiniz.
Peki, halen Manisa da hizmet veren Şinasi Morris Hastanesi'nin hikayesi nedir?
Morris 1928 yılında memleketi olan ve doğup büyüdüğü yer olan Manisa'yı hiç unutmaz. O kadar ki yaptırdığı evi Türk stili yaptırır ve içini de yine Türk şark tarzı ile döşer. Çocukluğunda çektiği hastalığı ve gördüğü vefayı da unutmaz. Bu amaçla bir milyon dolarlık bir bütçe ayırır. Bunu 800 bin doları ile bir hastane yaptırır. Bu hastane çocuk hastanesidir. Bu hastanenin çok geniş
arazisi vardır ve burada inek, koyun, keçi ve tavuk gibi hayvanlar beslenir ve sebze ve meyve yetiştirilir ki çocukları taze besinlerle beslesinler diye. Yine bu hastanenin faytondan Ambulansı ve başhekimin faytondan makam aracı vardır. Bütün bu ayrıntılar bizzat Morris tarafından düşünülmüştür. Geriye kalan 200 bin dolarla da devlet tahvili alarak; bu tahvillerin getirisi olan 33 bin dolar her yıl iki taksit halinde Morris Şinasi Çocuk Hastanesine gönderilir.
Morris Şinasi kurduğu bir vakıfla hastanenin geleceğini de düşünmüştür; Chemical Bank Of New York'u da mutemet tayin etmiştir. Üç yılda bir kurduğu vakfın mütevelli heyeti Türkiye'ye gelerek, Manisa'da hastaneyi ziyaret etmekte ve yapılan işleri yerinde denetlemektedirler...
24 Ekim 2009 Cumartesi
STANFORD'un kuruluş hikayesi...
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti..
Öyle ya, bunlar gibi ne düğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?
Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; 'Bekleriz' diye mırıldandı..
Nasıl olsa bir sure sonra gideceklerdi... Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. 'Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok' diyerek rektörü iknaya çalıştı.
Anlaşılan çare yoktu.. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek,
olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.
Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard´da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.
Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki onun anısına okul sınırları içinde bir yere bir anıt dikmek istiyorlardı.
Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. 'Madam' dedi sert bir sesle, 'Biz Harvard´da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner...'
'Hayır, hayır' diyerek haykırdı, yaşlı kadın.. 'Anıt değil.. Belki, Harvard´a bir bina yaptırabiliriz'. Rektör yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak 'Bina mı?' diyerek tekrarladı. 'Siz bir binanın kaça mâl olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..'
Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi...
Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü :
'Üniversite inşaatına başlamak için gereken para buymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?'
Rektör´un yüzü karmakarışıktı.. Yaslı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford, dışarı çıktılar. Doğru Californiaya´ya, Palo Alto´ya geldiler. Ve Harvard´ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.
Amerika´nın en önemli üniversitelerinden birini, STANFORD ´u.
ADOLPH VE RUDOLPH'un ÖYKÜSÜ
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Almanya'da bir kasabada iki kardeş ayakkabı yapıp satmak üzere bir atölye açarlar; Adolph ve Rudolph Dassler.
Savaş sonrası Adolph, Rudolph'a artik birlikte çalışmak istemediğini, kendine ayri imalathane açacağını söyler. Rudolph şaşkındır. Ufacık kasabada iki kardeş ayrı imalathanelerde rekabet edeceklerdir.
Kardeşine bunun mantıklı olmayacağını, bu ufak kasabada zaten insanların sayılı ayakkabı satın aldıklarını, ikisinin birden iflas edeceğini söylese de Adolph bu uyarıyı dikkate almaz ve kendine yeni bir ayakkabı imalathanesi açar. Gerçekten de aralarında kıyasıya bir rekabet baslar. Rekabetleri doğdukları kasaba sınırlarını dahi asar. İki kardeş ayrıldıktan sonra birbirlerine küsmüşlerdir ve Adolph 1978 yılında öldüğünde tam 29 yıldır
dargınlardır..
Bugün iki firmanın genel merkezi de bu ufak kasaba Herzogenerauch'tadir. Adolph Dassler'in ayakkabı şirketinin adi ADIDAS, Rudolph'un ki ise PUMA’dır.
Savaş sonrası Adolph, Rudolph'a artik birlikte çalışmak istemediğini, kendine ayri imalathane açacağını söyler. Rudolph şaşkındır. Ufacık kasabada iki kardeş ayrı imalathanelerde rekabet edeceklerdir.
Kardeşine bunun mantıklı olmayacağını, bu ufak kasabada zaten insanların sayılı ayakkabı satın aldıklarını, ikisinin birden iflas edeceğini söylese de Adolph bu uyarıyı dikkate almaz ve kendine yeni bir ayakkabı imalathanesi açar. Gerçekten de aralarında kıyasıya bir rekabet baslar. Rekabetleri doğdukları kasaba sınırlarını dahi asar. İki kardeş ayrıldıktan sonra birbirlerine küsmüşlerdir ve Adolph 1978 yılında öldüğünde tam 29 yıldır
dargınlardır..
Bugün iki firmanın genel merkezi de bu ufak kasaba Herzogenerauch'tadir. Adolph Dassler'in ayakkabı şirketinin adi ADIDAS, Rudolph'un ki ise PUMA’dır.
23 Ekim 2009 Cuma
Merhaba demek ne demek? Hiç düşündünüz mü? Ya da bilen var mı içinizde? 'merhaba' ne anlama geliyor diye?
Çok ilginç bir o kadar da hoş ve sıcak bir anlamı varmış meğer...
'Merhaba' aslında farsça kökenli olup
''benden size zarar gelmez'' anlamına geliyormuş.
Çok hoş değil mi? Bunu öğrendikten sonra karşımdaki insana merhaba demek daha bir anlamlı oldu
benim için,
bu mesajı okuyan herkese benden;
'Merhaba'
NOT:
benim için,
bu mesajı okuyan herkese benden;
'Merhaba'
NOT:
Türk Ordusuna Merhabayı öğreten Atatürk’tür.
Bilindiği gibi Osmanlı ordusunda İçtimalarda Komutanlar Askeri '' Selamünaleyküm asker '' diye selamlar, askerde ''Esselamünaleyküm '' diye cevap verirdi.
Atatürk üsteğmen, Selanik'te Alay komutanı rahatsızlanıyor istirahat verilip gönderiliyor. Alayda birçok kıdemli subay olmasına rağmen Alay komutanı vekilliği geçici olarak Atatürk'e veriliyor. Atatürk ilk içtima sabahı atının üstünde alayın önüne geliyor ve birden aklına Selamünaleyküm yerine '' MERHABA ASKER '' demek geliyor.
Asker önce ne cevap vereceğini bilemiyor bir an alay efradında duraksama yaşanıyor. Atatürk ikinci kez ve daha gür ve sert bir şekilde MERHABA ASKER i tekrarlıyor. Asker de o an kendiliğinden ''Sağol '' ile cevap veriyor.
Atatürk can dostu Nuri Conker ile İstanbul Florya da sohbet yaparken ''Nuri biliyor musun Merhaba Asker i bu orduya ben soktum '' diyerek yukarıdaki olayı anlatmıştır.
Yaban kazları neden "V" formasyonunda uçar biliyormusunuz?
Göç eden yaban kazlarının havada süzülürken "V" şeklinde bir formasyonla uçtuklarını görmüşsünüzdür... Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar araştırma sonucunda şu verilere ulaşmışlar;
1-) "V" şeklinde uçulduğunda, uçan her kuş kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akımı yaratıyormuş. Böylece "V" şeklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışlar sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini % 70 oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış. Kıssadan Hisse: Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler.
2-) Bir kaz, "V" grubundan çıktığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların yarattığı hava akımının dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor. Kıssadan Hisse: Eğer kafamız bir kaz kadar çalışıyorsa, bizimle aynı yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılarız.
3-) "V" grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor.Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış oluyor. Kıssadan Hisse: Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başkasına bırakmak gerekiyor.
4-) Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar. Kıssadan Hisse: İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına gereksinim duyarız. Bundan alınmamalıyız; tam aksine, böyle uyarıları sevinç ve takdirle karşılamalıyız.
5-) Gruptaki bir kuş hastalanırsa ya da bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kuşa yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta/yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (ya da eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor. Kıssadan Hisse: Adam olmak sadece insanlara özgü değil....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)